1 Nisan 2015 Çarşamba

Kardeş Payı

           

        Henüz mevsimsiz sebzelerin hormanla şişirilip soframıza sunulmadığı zamanlardı.  Sokağın ortasında havası sönmüş plastik bir topun peşinde koştururken "pas vermiyor" diye kızdığım arkadaşımın, günü gelince ülkenin en iyi asist yapan futbolcusu olacağını kimsenin öngöremediği vakitlerdi. Köyümüzün ebesinin maçın en heyecanlı yerinde aramıza dalıp "eve kardeşin geldi hadi yanına git " dediğinde, kardeş'in akraba çocuğu anlamına geldiğini sandığım küçüklükteydim. Bahar mevsiminin yavaştan uyanmaya başladığı vakitlerdi... Şakaklarımın iki yanından gözlerime doğru inen terleri kolumla sıyırıp, eve hangi akrabamızın çocuğunun geldiğini merak ederek koştum. Bir solukta çıktım evimizin ahşap merdivenlerinden. Annemin bana ait sandığım koynunun altında  akça pakça bir bebek, mışıl mışıl uyuyordu.  Yorgundu annem... Açıkçası, sokaktaki oyunun en heyacanlı yerinde benim eve gitmeme sebep olan gerekçe,  tamamen hayal kırıklığıyla sona ermişti.Beni bekleyen bir arkadaş olmadığı gibi übir bebek tarafından işgal edilmişti... Senin doğduğun gün benim saltanatımın sona erdiği gündü.

             İlk zamanlar senin nereden geldiğini ve niye bizim evi seçtiğini merak ederek geçirdim günlerimi. Annemle babam beni ikna edecek net bir cevap vermiyorlardı. Ciddiye bile almıyorlardı sanki. Ağız kenarı bir gülüşle seni dereden tuttuklarını söylüyorlardı. Pek inandırıcı gelmese de küçücük kollarınla  nasıl yüzdüğünü düşündüm epeyce.


             Sonra alıştım sana. Sokağa çıkarken arkamdan ağlayan o sese, her anlaşmazlığımızda büyüklerin  "sen abisin, büyüksün" sözlerine, kurumuş bir ekmeğin köşesini bile paylaşmam gerektiğine...


             Sanırım beş yada altı yaşlarındaydın. Bahar'ın yeniden uyanmaya başladığı bir vakitte seninle birlikte Amcam'lardan dönüyorduk. Yeni yetme bir sokak köpeği havlayarak bize doğru koştuğunu farkedince ikimiz birden kaçmaya başladık. Sen geride kalıp, köpeğin menziline girince. "abi kurtar" diye bağırdın arkamdan. Birden durup sana baktım. İri kara gözlerin korkudan büyümüş, çaresizce ağlayarak yardım istiyordun. Hemen durup geriye köpeğ'in üzerine doğru koştum. Elime taşı almayı düşenecek kadar beklemeden çıkıverdim  karşısına. Seni korumak duygusu, köpek korkumu yok etmişti. Bu tepkiyi beklemeyen köpek garip bir şaşkınlık yaşayarak geriye dönüp gitti.İşte o zamandan sonra kim sana korku yaşatmaya cüret etse onun düşman bildim kendime.


             Birlikte işledik zamanı seninle. Gökgürültülü geceleri birbirimize sarılarak sabaha ulaştırdık. Büyüdük sonra. Zamana, yaşama anlam verdik. Vicdanımızla baktık renklere. Çoğunluğun gözünde  '' aykırı'' adamlar olduk. Küçük ayrışmalarımız oldu sadece. Sen kahveyi sevdin mesala ben de çayı. Nazım'ı ben tek geçerdim sen de Turgut Uyar'ı. Özenle hazırlanmış bir masada rakı olmalıydı senin için, ben bira'yı uydururdum tüm mezelere.


              Yaşama her şey yeniliyor galiba. Küçüklüğümüzde tamirciden edindiğimiz bilyeler ve marangozdan temin ettiğimiz tahtalarla ellerimizle yaptığımız "bilyeli arabaları" ın  yerini şimdilerde büyük marketlerden alınan akülü arabaların alması gibi. Emeksiz, heyacansız ve yapay olmalarını kimseler yadırgamıyor. Her şey tüketiliyor hızlıca. Buna duygularımız da dahil...


               Facebook bilgilendirme uyarısı kıpkırmızı bir tonla senin doğum günün olduğunu uyardığında, ben çoktan senin doğduğun güne gitmiştim zaten. İnsan abi olunca kardeşinin doğduğu günü unutmuyor hiçbir zaman. Hani bazen seni telefonla aradığımda ve sen meşgul olduğunda ( ki genellikle de olursun zaten) bana dersin ya ;"önemli bişey var mı abi" diye.  "Yok" derim sana.  Önemli olan şeyin ''sen'' olduğunu söylemem. Bu duyguyu hissetmeli sürekli aranan insan...


              Ne kadar çok konuştum öyle. Oysa hepi topu bir mesaj yazacaktım sadece. İçi biraz kırgın, biraz özlem biraz da sevgi olan bir mesaj...


              Hayallerine, hedeflerine, rotalarına ve bekleyenlerine; "Geçkalmışlık hissi" yaşamadan kavuşman dileğiyle.


             Yolun açık olsun, yollar boyunca...




     
       

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Kendimedir Yolculuğum

           İçsel bir yolculuğa çıkarken insan ne koyabilir ki bavula ? Sanırım bolca Metin Altıok şiirleri ile biraz da Mazlum Çimen şarkıları . Belki de, elini beline koyup sabırla  gelmeni bekleyen "keşke"lerin uğultulu kafa kemirmelerini usulca dinleyebilmek için, yeteri miktarda xanax. Ama hepsi budur işte. Daha fazlası yüktür.

           Hüzün, kabaran bir dalga gibi beni içine aldığı günlerde  hiç uzaklara gidemedim ben. Alıp başını kimsesiz bir sahil kasabasına, ya da tenha bir orman köyüne gidip izdivaya çekilenlere, pil gibi tükenmiş yaşama sevincini yeniden doldurup dönenlere şaşarak ve biraz da imrenerek baktım hep. Benimse yüreğimi tıknefes bırakan kurşuni yaralarım bir adım gitmeme bile izin vermez. Gidemem ben. Hoş, gidebilsem bile zihnimde birbirine girmiş korna sesleriyle dolu bir şehir trafiğini de götürürüm yanımda. Nereye gitsem orayı kendime benzetirim. Baudelaire'nin dediği gibi : " Ben nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi gelir".  Bu yüzden gidemem ben... Tek bildiğim yol kendimedir.
         
             Cam kenarı bir koltukta suskunluğa gömülürüm. Yıkılır üstüme eşgali belirlenmemiş ne denli suç varsa... Ve ardından bir eskici vitrinine asarlar üzerinde tepinilmiş yüreğimi... Günler sonra gözlerime yansımayan bir gülüş düşer yüzüme. Çünkü bilirim ki; kederli insanları üzemezler artık bir daha.
         









8 Temmuz 2014 Salı

Akyaka

       Epeydir süren planlamanın ardından Motorcu arkadaşlarla birlikte Akyaka'ya doğru  yol almanın vakti geldi. Hepimizin çalışma saatlerinde farklılık olduğu için gidiş tarihimizi bir ay önceden belirledik. Fakat yine de  eşiyle birlikte geziye katılacak arkadaşımız,  işyerindeki çalışma arkadaşının kötü bir sürprizi  yüzünden  yanımızda yer alamadı.. Bu gezi; Yol yapmak, karın tokluğuna ömrünü harcadığın iş hayatına kısa bir mola vermek,  can sıkan ülke ve dünya gündeminden uzaklaşmak, kamp ortamını yaşamak,  bilmediğimiz yerleri görmek açısından bize çok şeyler verecekti. Akyaka'da nerede kamp kuracağımızı ve kamp için nelere ihtiyacımız olduğunu kısa bir araştırmanın ardından belirledik. Motorsiklet ile yapılan yolculuğun belkide en zor yanı  minumum düzeyde yanımıza eşya alacak olmamız. Yıllarca arabımızla geniş bavulları doldurup kervan yüküyle yolculuğa çıkmış bizler için epey sıkıntılı bir durumdu bu.




             Sabah saat sekizde Migros'un önünde buluştuk gurup arkadaşlarımızla. Güneş'in, günlerdir "yaz gelmiyecek" korkusu yaşayanları pişman etmek istercesine kendini gösterme telaşına kapıldığı günleri yaşıyorduk. Bu nedenle asfalt henüz ısınmadan biraz yol almalıydık. İlk molamızı Fethiye yakınlarındaki benzin istasyonunda verdik. Mis gibi demlenmiş sabah çayının eşliğinde,  Karım'ın gece geç saatlerde yolculuğumuz için hazırladığı kek ve poğaçalar ile kahvaltımızı yaptık.




              Kızgın güneş bir ejderha gibi yüzümüze doğru alevlerini kusarkan, asfalt bu denli bir eziyetin karşısında benliğini unutup petrol olduğu günlere geri dönmeye başlamışken, beş kafadar sıkı motorsiklet elbiseleriyle Dalaman'ın kıyısından geçiyordu,  göğe doğru dimdik kanat çırpan çelik kuşlara nazire yaparcasına...

              Akyaka'ya 20 km kala  bezin istasyonunda mola verdik. Durur durmaz ilk işimiz termosumuzdaki  soğuk suya davranmak oldu. Çınar ağacının altındaki esinti fön makinasını andırıyordu. Tüm bu yaşananlara rağmen içimizdeki heyecanlı çocuk oldukça eğleniyordu. Huriye; Benzin pompalarının hemen yanında yerde dermansızca ötmeye çalışan bir kuş yavrusu olduğunu farketti. Yerden alıp masamıza getirdi. Bitkin görünüyordu. Tüyleri bile çıkmamış yavru henüz bir yada iki günlüktü. Önce ona su verdik. Kek'i minik minik ufaklayıp yedirmeye çalıştık. Susuzluğu ve açlığı geçince sustu. Sonradan farkettik ki bir ayağı kırık. İçimiz acıdı. Ya yuvasından düşmüştü, ya da annesi ayağı engelli diye onu yuvadan atmıştı. Eğer yavrular yumurtadan çıktıkları sırada besin miktarı ve kalitesi artmamışsa yada sakatlıkları var ise ebeveynlerin yavrularını yuvadan dışarı attıklarını okumuştum internette.  Mola saatimiz son erince onu güvenli bir yere bırakmanın telaşına kapıldık. Benzin istasyonundaki pompa görevlilerine kuşa bakmalarını rica ettik. Ama verdikleri cevap oldukça ürkütücüydü: "Bırakın ölsün" dediler. İnsanı delirten sıcaklarda bile içimizi bir anda buza çeviren bu cevaptan sonra, karım onu orada bırakmak istemedi. Ve o minik yavru kuşu'da yanımıza alarak yolculuğumuza devam ettik. Adına da "şanslı" koyduk.





                 Öğle saatlerinde Akyaka'ya ulaştık. Dağın ihtişamlı eteğinin altına gizlenmiş saklı bir cennet gibi duran Akyaka tüm mütevaziliği ile bizi bekliyordu. Ağaçlar bir şal gibi sarıp sarmalamış şirin küçük cenneti. Bu güzelliği kameramıza kaydetmek için motorlarımızı durdurup çekim yaptık. 

                 Konaklama yapmak için Akyaka Orman Kampı İşletme tesislerine giriş kayıtlarımızı yaptırdık. Çadır başı fiyat 30 TL. Yüksek çam ağaçlarının altında orman'ın içinde huzur dolu bir yer burası. Oldukça geniş. Bu nedenle diğer kamp yerlerinde olduğu gibi üst üste değil  çadırlar. Ferah bir ortam var. Konuşlanacağımız yeri ararken, hareket yetisini kaybetmiş, artık sadece konforlu bir çadır vazifesi gören yaşlı bir Karavan'ın önünden bir ses duyuldu. Sonradan isminin Zerrin olduğunu öğreneceğimiz bir abla , hemen arkalarındaki boş yeri göstererek burada kamp yapabileceğimizi söyledi. Ağaçların vereceği gölgeyi, elektrik panosuna yakınlığını, tuvalete mesafesini değerlendirdikten sonra hep birlikte kamp noktası için uygun olduğuna karar verdik. Zerrin abla bize yorgunluk çayı demledi. Kamp sandalyelerini ve küçük sehpalarını kullanmamız için çadırlarımızın önüne kadar getirdi. Eşiyle tanıştık, adı Muvaffak. Son günlerin moda ismi "Ekmeleddin" den sonra biz ilginç gelen ikinci bir isim oldu. Öğreninceye kadar epey zorlandık. Beraber çaylar yudumlanırken  bu sevimli ve sıcakkanlı çift ile kampın sonuna kadar keyifli saatler geçireceğimizi henüz bilmiyorduk.



                    Akyaka'yı bize tanıtacak gönüllü rehberleri de bulmuşken ilk işimiz Orman kampı içerisindeki koyları görmek oldu. İlk uğradığımız nokta "Albay Koyu" idi. Adından da anlaşılacağı gibi bir albay keşfetmiş bu koy'u. Kızılçamların gölgelediği, orman sarmaşıklarının bir kamuflaj gibi örttüğü yolda ilerlerken insan kendini  vietnem filmlerindeki bir sahnede hissediyor. Patika yolun bitiminden hemen sonra, denize doğru tam 72 basamak aşağı inince Albay Koyu tüm duruluğuyla  karşımıza çıkıyor. İnsanların rahatça denize girebilmeleri için, kayaların üzeri beton dökülerek minik bir iskele yapılmış. Yemyeşil bir yosunla kaplanmış beton zemin, buz pisti kadar kaygan bir hâl almış. Dikkatli olmakta fayda var. Denize girince, bir kaç noktadan çıkan tatlı su sebebiyle yer yer soğuk bölümlere rastlanılmakta. Özellikle yaz aylarında sıcaktan bunalanlar için birebir. Deniz suyu sıcaklığını öğrenmenin bedeli ekibimizdeki Durmuş'a pahalıya patladı. "Suuonto" saatini deniz suyu sıcaklığını ölçmek için kıyının sakin bir köşesine bıraktı. Bir süre bekledikten sonra çıkarıp baktığında 19 dereceydi. Dahada aşağıya düşebileceği söylendi. İkinci kez bir süreliğine bıraktığı saatini, araya fotoğraf çekimi, sohbet girince unutuverdi. 2-3 saat sonra hatırladığında ve bir koşu tekrar albay koyuna döndüğünde saatin yerinde sadece sıcaklık derecesi kesinleşmemiş deniz suyu vardı.



                         Zerrin abla ve Muvaffak abi 1996 yılından beri her yaz burada kamp yapıyorlarmış. Akyaka orman kampında isteyen 6 aylığına karavan yeri kiralayabiliyor. Ücreti 3.200.00 TL. Kırk yıllık bir geçmişi olan bu kamp'ın sakinleri  arasında sıkı bir bağ oluşmuş. Hatta çocukluklarında burada tanışıp, evlenen çiftler bile varmış. Ülkenin heryeri sermaye'ye ikram edilirken, içine hapsedildiğimiz yağma ve talan ortamında Akyaka'nın halka, emekçiye, öğrenciye açık olmasının sebebini sordum. Sıra şimdi buraya geldi dediler. Daha evvelki yıllarda denizi gören kamp noktaları boşaltılmış daha da iç tarafa kaydırılmış.   Orman işletme Şefliğine ait olan taş evler amerikan sıdıng ile kaplanarak apart olarak kiraya verilmeye başlanmış. Zamanla bu evler'in çoğaltılacağından, hatta TOKİ' nin buraya el atacağından, kamp yerinin çadır ve karavan'dan, bir bakıma; halk'tan, emekçiden, öğrenciden kopartılmasından endişe ediyorlar. Geçen yıl Haziran ayaklanması'na denk gelen tarihte Kamp'ın kapatılacağı kararı alınmış. Yıllarını buralarda geçiren kamp sakinleri ayak diretmişler. Bunun üzerine kampın elektriği ve suyu kesilmiş. Giriş yolunu dozerler ile kapamışlar. 37 gün süren direniş'in ardından aralarından Muvaffak abiyi sözcü seçerek Vali ile görüşmeyi başarmışlar. Ve sonra mutlu son. Şimdilik herşey yolunda ama tabiki nereye kadar ?




                      Akşam, içine aydınlık bir günü daha alırken  Akyaka'nın çarşısını görmek üzere yola düştük. Sahil kıyısında kumsaldan bir plaj'ı var. Denizi oldukça sığ. Yüzme mesafesine ulaşmak için   bir hayli yürümek gerekli. Bir sonraki gün için tekne turu'na müşteri arayan teknecilerinin çağrıları, hediyelik eşya satıcılarının rengarenk tezgahları ve balık ekmek büfelerinin yanıp sönen reklam ışıklarının gölgesinden geçip iç sokaklara doğru yürüdük.




                         Gece, çadırlarımızın önündeki kamp sandalyelerine oturduk. Gecenin sessizliğini cır cır böcekleri ve köpeklerin havlamaları bozsada keyfimiz oldukça yerindeydi.  Durmuş'un yaratıcı fikriyle  su şişesinin kapağına, feneri  diklemesine koyup ilginç bir ışık kaynağımızı oldu.



                     
                     Gecenin ilerleyen saatlerinde çadırlarımıza çekildik. Sabaha yakın köpek sesleri arttı. Çadır'ın etrafında homurtular duymaya başladık. Ben öylesine yorgundum ki, uykuyu bölüp ne oluyor diye bakmaya gücüm yoktu. Sabah ise o seslerin aç kalıp  yemek aramak için çadırlarımızın yanına gelen domuzlardan çıktığını öğrendik. Yerler tırmık ile sürülmüş gibiydi. Yabani hayvanlar ile geceyi geçirmek biraz tedirgin edici bir durumdu.

                       Komşularımızın kahvaltıyı birlikte yapma teklifini hiç düşünmeden kabul ettik. Zira Albay koyu'nda sabahleyin atılan kulaçlar ve denizin ortasında Zerrin ablanın anlattığı Adana mutfağı tarifleri açlığımızı epey tetiklemişti.



                       Kahvaltı sonrası Azmak deresi turunu yapmak üzere sahile indik. Balıkçılar kooparatifine uğrayıp akşam için balık aldık. Denizden yeni çıkmış taptaze mercan balıkları kilogramı 20 TL'den satılıyor. Ayrıca  kilogramı 2 TL'den temizleniyor, üstelik isteyene ise kilogramı 10 TL'den pişiriyorlar. E daha ne istenir ki ? Kaş'ta aynı balığı almak için kilo başına en az 50 TL verdiğimiz düşününce bize epey ucuz geldi.

                      Balıkçıdan ayrılınca azmak deresi turu yapmak üzere sahil kıyısında bulunan küçük teknelere yöneldik. 8 kişi tamamlanınca hareket eden teknelerde kişi başı ücret 5 TL. Eskiden evlerde çeşme olmadığı için kadınlar derenin kıyısına gelip çamaşırlarını yıkarlarmış. Sıcaklayıp suya dalan kadınları gören kişilerin "Kadınlar azdı" diye tabir etmesiyle başlayan sohbet, zamanla derenin isminin "azmak" olarak anılmasına sebep olmuş. 2 km uzanan azmak deresi dağın eteğinden başlayıp denize kavuşmasıyla noktalanıyor. Derede yüzen ördekler, berrak bir suyun içinde yemyeşil bitkiler ve çeşit çeşit balıkları görünce kendimi bir akvaryumun içinde hissetim. Kıyı boyunca lokantalar yer almakta. Kaptanımız derenin derin bir noktasında yüzmek için kısa bir mola verince, içimizdeki en cesaretli kişi Mehmet oldu. Bir çırpıda suya atlayıverdi, ardından Huriye. Ben ise emin adımlarla inmek isterken adeta kendime bir çin ikencesi uyguladım. Atlayınca dere'nin dibinden ürktüğüm için Teknenin merdivenlerinden inmeyi denedim. Azmağın suyu, Ayaklarımın değmesiyle  birlikte Haziran güneşinin içime ışınladığı sıcaklığı vakumlanmaya başladı. Son derece insanı rahatlatan kısa bir yüzmenin ardından tekrar tekneye çıktım. Dere suyu sıcaklığını artık bir Suuonto saatimiz olmadığı için ölçemedik, ama kaptanın söylediğine göre 8 C derece civarındaymış.




                      Öğleye doğru motorlarımıza atlayıp Akbük'e doğru yol aldık. 25 kilometre boyunca dar, kıvrımlı yollardan, çam ağaçlarının denizle kucaklaştığı koylardan geçerek Akbük'e ulaştık. Açık mavi tertemiz bir deniz, huzur dolu bir sahil keşfedilmek için bizi bekliyordu . Yine burada da boy almak için denizin içinde biraz yürümek gerekli. Sahil boyunca işletmeler yer almakta ve buralarda o yörenin sakinleri çalışmakta. Yapılaşmanın olmaması sevindirici. Umarım bu enfes manzaraya sermaye gözünü dikmez.







                      Akşamleyin Akyaka Orman Kampında Muvaffak abi ile Zerrin ablanın karavanının önünde diğer komşularımız İbrahim bey ve Huriye hanımında katılmasıyla büyük bir sofrada bir araya geldik. Kendimizi sanki bir tatilde değilde, çoktandır tanıdığımız eski dostların yanına ziyarete gelmiş gibi hissi veren sıcak bir ortamda sohbetin tadını çıkardık.





                 

                     

                       
Not: Fotoğraflar Durmuş KESKİN'e aittir.

                   

13 Haziran 2014 Cuma

Kıyametten Önce

           Dünya tarihinin en eski ve en köklü medeniyetlerinden olan Mayalara ait Haab takvimine göre 21 Aralık 2012’de efsanevi Marduk  gezegeni dünyaya çarpacak. Çarpmanın etkisiyle İzmir’in Şirince kasabası ile Fransa’nın güneyindeki Bugarach Köyü hariç bütün dünya yok olacak. Dünya genelinde kendilerine ‘Mavi Enerji Grubu’ adı veren bir topluluğun bu söylentiyi yaymasıyla başlayan ‘kıyamet fırtınası’ şu anda tüm insanların ortak konusu.

           Birkaç gün sürecek karanlık, elektriklerin kesilmesi, tusunami ve deprem gibi felaket senaryoları dilden dile dolaşıyor. 350 kişinin yaşadığı Şirince köyünde 21 aralık günü 60 bin kişinin olacağı söyleniyor. Köy halkı olayın ticari boyutundan oldukça keyifli. Son derece uçuk fiyatlara evin odaları bile kiralanmış durumda. Şaraplarıyla ünlü bu köy'ün girişimci halkı "kıyamet günü" şaraplarını üretmiş. NASA; "dünyaya çarpacak bir göktaşı yok, olsa görürdük" şeklinde açıklama yapsa da söylentilerin önü alınamıyor. E sonuçta maya bu, ya tutarsa ?

          Bütün dünya çalkalanır da; mistik olaylara, evrendeki enerjiye ve kişisel gelişime kafa yoran karım; bu duruma sessiz kalır mı? Mumlarımızı,yeterli miktarda içme suyumuzu ve temel yiyecek maddelerini stoklayıp Akçay'a gidiyoruz. Karımı ilk kez Akçay'a gitmek için bu denli istekli görüyorum. Benim yapamadığımı Maya'lar yaptı.Elleri öpülesi insanlarmış. Hepsinin mekanı cennet olsun. Ama yine de içimde bir kuşku oluşmuyor değil hani. Bir gelinin kaynanasının yanına gitmeyi arzulaması  kıyamet alameti olabilir diye düşünüyorum.

          Şirince'ye gidenler uçak biletlerini gidiş dönüş almış. Yav kardeşim sormazlar mı adama; kıyamet kopunca neyle dönecen geriye ? Diyelim ki koptu kıyamet, yeryüzünde insan kalmadı. Acaba Şirince ve Bugarach köylerindeki insanların bir planı var mı ? Belde olarak mı kalacaklar, büyükşehir olarak mı devam edecekler. Ben yine de orada olmak istemezdim. 60 bin tırsık'la hayatımı devam ettireceğime meteor'un alevine renk katmayı tercih ederim. 

          Evet dünya ve biz kıyamet gününe hazırız.Tabi o günü görecek kadar bile ömrümüz varsa!

18 Aralık 2012

29 Ocak 2014 Çarşamba

Tahtaravallideki Ömür

"Ocak 2013 tarihli Kaş Merkez Anaokulu dergisinde yer alan köşe yazım"


      Yaşam çocuklarla ebeveynler arasında oynanan bir tahtaravalli gibi. Bizleri aşağı doğru çekerken, çocuklarımızı yükseltiyor. Bir dönem bu oyunun yükselen tarafında yer alan bizler, çocuklarımızın yaşadığı heyacanı izlerken unutulmaya başlamış duyguları yeniden yaşıyoruz. Koltuğun arkası, saklambaç oyunu için hâlâ en iyi mevzi yeri. Kumdan kaleler aynı mimariyi koruyor,  Gargamel onca başarısız girişime rağmen Şirinler'in peşini bırakmamış. Duygular aynı tazeliğini korusa da yaşam'ın yolları her geçen gün biraz daha engebeli bir hâl alıyor. Değişen dünya ya, zorlaşan yaşama onları hazırlamak, "keşke" demiyecekleri pişmanlıkları yaşatmamak için elimizden gelenin en iyisini yapma gayretindeyiz. 


           Okul öncesi eğitim dönemi, Tahtaravalli'de yükselen kıymetlilerimiz için önemli eşiklerden biri. Eylül ayı; 3 yaşını tamamlayan, İhtiyaçlarını kurduğu cümlelerle ifade edebilen, tuvalet ihtiyacını tek başına giderebilen oğlumuz için, Kaş Merkez Anaokulu' na gitme vaktiydi. Renk renk boyama kalemleri, oyun hamurları, boyama kitapları, çizgi roman kahramanlı okul çantası alındı. Yeni bir oyuncak bulmuşcasına sevince kapıldı. Defalarca çantasına yerleştirip çıkardı. Heyecanı adeta taşıp bizi de içine alan bir nehre dönüştü. İşte böyle anlarda zamanın acelesi olan bir araç gibi hızla ilerlediğini daha çok aklına getiriyor insan. Bizimde yavrumuz bir çığlıkla gelmişti dünyaya. Her çığlıkta tahtaravalli’nin tutunma demirine daha sıkı yapıştı.Yapıştıkça yükselmeye başladı. Ona yaşamın dikenli yollarında, dikenlere değmeden yürümenin yollarını öğretmek kolay bir iş olmayacaktı. 

            Oğlumuz 6 aylık olduğundan itibaren, her anne babası çalışan çocuk gibi bakıcı eşliğinde büyüdü. Bu nedenle okuluna ısındırma çalışması gibi zorlu bir süreç yaşamadık. Tabi bu oğlumuzun bir meziyeti olduğu kadar öğretmenlerin ve yardımcı kadınların özverili ve sıcak yaklaşımlarının da ortak bir sonucuydu. Her geçen gün okuluna daha çok alıştı.    Öğrendiği şarkıları beraber söyledik evde. Renkler anlam kazandı gözünde, sayılar değerlendi ve giderek çoğaldı arkadaşları .

            Bu yıl 2. yılımız Kaş Merkez Ana Okulu'nda. Sabahları okula gitme heyecanıyla uyanan, sosyal yanı daha iyi yönde gelişmiş, paylaşma duygusu artmış, el becerilerini keşfetmiş, grup davranışları oluşmuş, kurduğu cümlelerde kelimeleri yerli yerinde  kullanan  yavrumu gördükçe; Okul öncesi eğitime göndermekle ne denli doğru bir iş yaptığımızı bir kez daha görmüş oldum. Bu bağlamda Okul'da emeklerini esirgemeyen tüm öğretmenlerimize teşekkür’ü bir borç bilirim.

O Ses Nil



           Bu ülkede doğru giden bir şey bulmak iyice güçleşti artık. Keşmekeşlik, adam kayırma, eşitsizlik her tarafta karşımıza çıkar oldu. Hac vazifesini yerine getirirken Kâbe manzaralı odada konaklamak için, Diyanet İşleri Başkanlığını arayıp torpil yaptıranların ülkesi burası ? Bu düşüncelerim geçenler de Nilüfer'in katıldığı " O Ses Türkiye" yarışmasında yaşananları görünce bir kez daha pekişti. Herhangi bir kura'nın olmadığı, takım sahibinin keyfiyetine göre yarışmacıları eşleştirdiği bir eleme bölümünde yine bir başkasının keyfiyetine göre belirlenen şarkılarla elediler Nilüfer'i. Bir kez daha görüldü ki; Yeteneğin, emeğin, alın terinin hiç edildiği, rayting denilen  canavarın mideye indirdiği bir lokmadan başka birşey değilsin bu toplumda...

28 Ocak 2014 Salı

Yılmaz' a


             Bir kardeşi olmalı insanın...
             Tek çocuklar yalnızlığa sarılır gökgürültülü gecelerde...

             Bir kardeşi olmalı insanın;
             Ömrünün ıssız duraklarına ıslık çalarak gelen...

             Buğusu üstünde gezinen  bir çay gibi sıcacık, marş gibi coşkulu,
             Bir kardeşi olmalı insanın...

             Bir kardeşi olmalı insanın;
             Aykırı nehirlere yol alan, barış'a sevgiye gönlünü yatıran.  

            Hele hele zalim  güneşin altında  koruyacak çınar yoksa başında, devrildiyse vakitsiz bir fırtınada;
            Kirpiklerinin gölgesinde soluklanacağı bir kardeşi olmalı insanın...

             Bir kardeşi olmalı;
             Senin gibi...

             Kutlu olsun doğum günün...